ROTA #3 | BATI KARADENİZ



''Gez dünyayı gör Konya'yı ''der bir atasözümüz. 

Dünyayı gezsen de Konya gibisi yok demek istemiş atalarımız. Tabi benim yazacaklarım içinde Konya şehri yok ama gittiğim yerler için söyleyebileceğim bir atasözü olduğu için seçtim. Kısacası bence de dünyayı gezsen bile Türkiye'de görülecek çok güzel şehirler var.
Güzel şehirlerimizden bir iki tanesini,  yazılarımı okumak için sabır gösterenlere, anlatmaya çalışacağım. 



Anlatacağım ilk durağımız Devrek ;
Devrek Zonguldak iline bağlı bir ilçedir. Fazla büyük olmayan ama bastonlarıyla ünlü küçük bir yerleşim yeridir. Burada kısa bir zamanımız vardı bu yüzden sadece Bastoncular çarşısını dolaşabilecektim.

Burası için önceden duyduğum, bastonların sergilendiği hatta yapım aşamasını görebileceğim bir çarşı olduğuydu. Çarşıyı yolda birine sorunca, hemen gösterdi. Çok kolay bulabildim. Dolaşmaya başlamadan çarşının girişinde yaşlı amcaların oturduğu bir kahve görünce sabah kahvemi içmek için hemen oturdum. Bol köpüklü kahvemi içtikten sonra bastoncular çarşısına doğru yöneldim.  




Çarşıyı görünce biraz hayal kırıklığına uğradım, çünkü burasını kafamda fazla büyüttüğümü anladım. Çarşı beklediğimden de küçüktü. Toplamda 8-10 tane dükkanın bulunduğu küçücük bir yerdi. Benim beklentim ise en azından İstanbul'da ki Mısır Çarşısı büyüklüğünde bir yer olmasıydı.

Çarşıda ki esnafla konuşunca onların da durumdan memnun olmadığını öğrendim. Yapılacak fazla bir şey yoktu. Baston yapımı da kaybolmaya yüz tutmuş meslekler arasında yerini almıştı.




Burada ki tutum için de ''Türkiye gerçeği'' demekten başka  bir şey yok, her zaman ki gibi eskiyi koruyamamak bizim ülkemizin gerçeği.  Üzücü ama artık kabul etmek gerekiyor.





Bastoncular çarşısını gezip fotoğraflar çektikten sonra yolumuza yani Zonguldak'a doğru  devam ettik.



Batı Karadeniz bölgesi ve benim için de Zonguldak demek ''kömür'' demekti. Zaman zaman da kömür madenlerinde patlama olması ve  televizyonlarda bu kötü haberleri üzüntüyle izlemek demekti. Sanırım maden kazalarından dolayı Zonguldak gördüğüm en hüzünlü yerdi. 




Kısa bir şehir turu  atınca bu fikre neden kapıldığımı anladım. Etrafı dağlarla çevrili olduğundan şehirde kasvetli bir hava vardı. Belki de bizim gittiğimiz zaman havanın biraz kapalı ve puslu olması bana böyle hissettirdi. Dağlardan aşağı doğru sis yavaş yavaş şehrin üstüne doğru iniyordu. Manzara çok güzeldi ama belki de  bu yüzden sıkıntılı bir şehir gibi göründü gözüme. Sanki maden kazalarında ölen işçilerin hüznü çökmüştü şehrin üstüne ya da benim kendi duygularımdı bunlar.




Zonguldak merkezinde tarihi turistik gezilecek bir yer yoktu. Sadece çarşısı olan bir şehir olarak aklımda kaldı. Çarşısında  kısa bir gezinti yaparak, bir kafeteryada çay içerek vakit geçirdim. Sonrasında Karadeniz kıyısında ufak bir tur yaparak Ereğli'ye doğru devam ettik.



Zonguldak-Ereğli arasındaki kara yolunda birçok tünelden arabamızla giderken aynı zamanda çok güzel manzaralar ve ormanlardan geçtik. Yeşil rengini adeta bir deniz gibi izleyerek Karadeniz Ereğli'sine vardık. 




Her zaman ki gibi Ereğli için kısa ve  tanıtıcı bilgiyi sıkıcı olmadan aşağıya yazacağım, dileyen, okumak isteyenler için; (okumak istemeyenler paragrafı atlayabilirler ;))



Karadeniz Ereğli :
Bir liman şehri olan Ereğli, demir çelik (ERDEMİR) fabrikasıyla da ekonomiye katkı sağlamaktadır. Ayrıca tarihi anlamda da ilçe oldukça zengindir. Kaletepe 150 metre ile şehrin en yüksek tepesidir. Ereğli bu tepenin eteklerine kurulmuştur. Ereğli'nin içinden Handeresi, Kemer ve Kabasakal Dereleri akmaktadır. Ereğli'de yetişen kokusu, aroması ve tadıyla  ''Osmanı Çileği'' için festival düzenlenmekte ve yetiştiriciliği teşvik edilmektedir. [1]



Ereğli'ye girmeden yol üstünde kocaman Tas Gölü tabelası görünce burayı görmeden şehre gitmeyelim dedik. 20-25 km virajlı ve bozuk bir yolu takip ederek harika bir kamp alanına vardık. Yemyeşil dümdüz bir alanda piknik yapmak için masalar vardı. Mangal yaparak yemek yeme olanağının olduğu bir yerdi.


Ayrıca ağaçların içerisine doğru yürüyünce küçük bir göl ve şelalede vardı. Yolun girişinde bahsedilen Tas Gölü burası mıydı. Şüpheye düştük. Bir yükseklikten su akıyordu ama akan su şelaleye benzemiyordu, şelalenin suyu azdı. Göl denen yerde ise su, göl gibi değildi buradaki su dere olabilecek kadar az bir suydu. Sonra bu kamp alanından sorumlu bir görevli bulunca burayla ilgili biraz konuştuk.



Görevlinin verdiği bilgiye göre yol yapımından dolayı gölün suyu azalmıştı. Yol yapımı tamamlanınca su tekrar artacaktı. Ayrıca buradaki yeşil alanda kamp alanıydı.  Çadır kurulabiliyordu. Su,elektrik,tuvalet her şey vardı. Sonra konum olarak araştırınca  Tas Gölü Doğal Yaşam ve Kamp Alanı olarak geçtiğini öğrendik. Anladık ki zaten kampla ilgilenenler  burayı biliyordu, biz yeni öğreniyorduk. :( Burada biraz oyalandıktan sonra tekrar virajlı yollardan geri dönerek Ereğli'ye doğru devam ettik.




Ereğli'ye varınca yine benim ön yargılarım yerle bir oldu. Oldukça modern bir şehirle karşılaşınca bendeniz yine sarsılarak kendime geldim. :)) Karadeniz Ereğli'nin deniz kıyısında olması,  parklarının yemyeşil olması ve insanların görünümleriyle oldukça gelişmiş bir şehir olduğu gerçeği ile karşılaştım. Buna ilçede ki Bülent Ecevit Üniversitesi'nin katkısı olabilir çünkü genç nüfus burada da fazlaydı. Diğer gezdiğimiz yerler gibi gençler burada da kafeteryaları doldurmuştu .Karadeniz'e kıyısının olmasından dolayı deniz kenarına yapılmış çay bahçeleri ve restoranları oldukça fazlaydı. Özellikle Ereğli'nin denizi olan bir şehir olması benim  kalbimi kazanmıştı.



Ertesi gün Ereğli'den yola çıkarak deniz kenarından İstanbul'a doğru devam ettik. Kefken üzerinden gitmeyi planlamıştık. İyi ki de öyle yapmışız. Bu yol ormanların içinden geçerek küçük dağ köylerini keşfederek gitmemizi sağlamıştı.




Yol boyundaki  ağaçlar sayesinde  temiz hava alarak ilerledik. Etrafta değişik bitkiler vardı. Hiç görmediğimiz çiçekler gördük. Doğanın zenginliğini bir kere daha heyecanla izledik. Virajlı yollardan tabiatın içinden geçerek Kefken'e , böylece Karadeniz'in kıyısına ulaştık.




Kefken küçük bir balıkçı kasabası imiş. İmiş diyorum çünkü artık modern yapılar ile yazlık bir yer halini almış. Bir çok evin bahçesinde bahar ayı olması nedeniyle  güller açmıştı. Bahardan dolayı her yer çiçeklerle doluydu. Hoş bir görüntü vardı. Kefken ise balıkçı barınağı sayesinde ufak bir kasaba görünümündeydi. Bizim gittiğimiz Mayıs ayının olması sebebiyle çoğu ev boştu.Biz gittiğimizde  az insan vardı, olan bir kaç kişi de köy kahvesinde oturuyordu. Biz de köy kahvesinde biraz dinlenerek çayımızı içip manzarayı izledik.Sakinliğin tadını çıkardık.



Kefken'den sonra İzmit'den geçerek Sapanca'ya doğru ilerledik. Sapanca gölü çevresinde, çok güzel kafeteryalar,restoranlar,oteller vardı. Bu yüzden de Sapanca  hafta sonu kaçamağı yapılabilecek  yerlerin başında geliyor. İstanbul'a yakın olmasıyla, İstanbul'da oturanlar için bir avantaj olarak görülebilir.


Biraz etrafı gezdikten sonra Sapanca gölü çevresinde ki bir restorana oturduk. Bir iskele ile gölün üzerine kapalı oturma alanı yapmışlardı. Oturduğumuz masanın altından gölün dalgalarını hissederek yemeğimizi yedik. Gölün üzerinde güneşi batırdıktan sonra İstanbul'a dönüş yoluna geçtik.

Benim için  bu seyahat  görmediğim şehirler hakkında bazı ön yargılarımı kırmak için yapılmış bir seyahat oldu. Çünkü gezdiğim bu şehirler ile ilgili çok farklı düşüncelerim vardı. Fakat hepsi ön yargıymış, kulaktan duyma şeylermiş. Hiç beklemediğim kadar modern şehirlerle karşılaştım. Gidip görmek, gözlemlemek gerekiyormuş. Gidip görünce daha iyi öğreniliyormuş. Aslında çok seyahat eden biriyim ama öğrenmek için hep gezmek,hep seyahat etmek gerekliymiş. Mark Twain tam da benim bu seyahatte yaşadığım duyguyla ilgili çok güzel bir söz söylemiş;

''Öğrenmek istiyorsan, seyahat etmelisin.'' 











Kaynaklar:
[1]http://www.kdzeregli.bel.tr/index.php/k2/kent-muezesi

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

YAHYA EFENDİ TÜRBESİ'NİN GİZEMİ!

KRAKOW

SERGİ MEKANI- MEŞHER